Since the collapse of Soviet bloc, we are in the middle of collective memory wars (especially so, with the Ukranian war). The author of this book, no Since the collapse of Soviet bloc, we are in the middle of collective memory wars (especially so, with the Ukranian war). The author of this book, no matter how clever and intelligent he is, forgets or tries to minimise his own role inside these wars. First of all, he fundamentally draws a very simplistic line between two sides of the Iron Curtain. For him, "time" and memories were quite different. On the one side there was a huge desert of lack, deprivation and envy for the other side's bananas, jeans, Marlboros, music, etc. People were constantly "tortured", "exiled", "raped", repressed under totalitarianism. The other side was a land of excess, happiness at all. Author's political sympathies for CEE now is for timeless liberalism, instead of those "socialisms" or the rising "populist" nationalisms. I say, that is a very crude and senseless picture, overall. He is in fact siding within one of the fronts in this war of memories and as usual he tries to erase his position ideologically. His crude position is ridiculous because many experiences of all these societies resembled each other, too. In ideological terms, he is banal and tasteless, with a vulgar anticommunism as can be expected from a EUist liberal....more
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Truman kongrede yaptığı konuşmada komünist tehdide karşı Yunanistan ve Türkiye’ye ekonomiJohn Steinbeck’in “Rusya Günlüğü”
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Truman kongrede yaptığı konuşmada komünist tehdide karşı Yunanistan ve Türkiye’ye ekonomik ve askeri destek vermek için 400 milyon dolar istiyordu. Daha önceden, İngiltere bölgeye anlaşmalar gereği vermesi gereken desteği artık yerine getiremeyeceğini söylemişti. ABD savaştan sonra komünizme karşı dünya jandarmalığı görevini baş emperyalist güç olarak üstleniyor, bundan böyle tüm “özgür ve demokratik” ülkelere bu desteği sunacağını belirtiyordu. Truman doktrini böylece Soğuk Savaş’ı başlatıyordu. Bu sıralarda, “Fareler ve İnsanlar” (1937) ve “Gazap Üzümleri” (1939) ile büyük bir üne kavuşmuş yazar John Steinbeck “Asiler Otobüsü” (The Wayward Bus) romanını yayınlamıştı. Kitabın satış rakamları yüksek olsa da eleştirmenlerden pek olumlu değerlendirmeler gelmemişti. Herkes şöhretinin doruğundaki “Gazap Üzümleri” yazarından daha büyük ya da daha toplumsal içerikli bir eser beklentisindeydi. Kendisinin yazdığına göre, o günlerde kafasında yeni bir proje oluşmuştu. Herkesin dilinde Rusya vardı; tüm haberler, İran’dan Balkanlara, doğusundan batısına Avrupa’da her şey Ruslarla ve onların niyetleri hakkında akıl yürütmelerle doluydu. Steinbeck de dediğine göre Rusya’ya gitmeyi, gerçeği kendi gözleriyle görmeyi ve insanlara aktarmayı planlamıştı. Bir yazar, gazeteci, senarist olarak yazmak için, ilham için seyahat etmesi, çoğu kişinin dışarıdan gözlemlediği olguları içeriden tecrübe etmek istemesi (sahip olduğu şöhretin kapıları açmakta kendisine sağladığı avantajlar da düşünüldüğünde) anlaşılır bir durum; yine de bu projenin edebi ya da gazetecilik girişiminden öte bir şey olma olasılığı da yüksek. Steinbeck’in rolü ve katkısı tam olarak neydi bilinmez, ancak kesin olan şey, savaş başından beri kendisinin ABD yönetimi ve istihbarat/propaganda kurumlarıyla bir şekilde iltisaklı olduğudur. Bu, savaş sırasında kendisi gibi birçok sanatçı tarafından da ortaya konan bir yurtseverliğin ötesine geçmekteydi: Başkan Roosevelt’le bizzat görüşerek Latin Amerika’da Nazi faaliyetleri hakkında bilgi vermek, Avrupa’da Nazilere karşı alınması gerekli tedbirler önermek gibi… Steinbeck’in propaganda için bu kurumlarla çalışmış olduğunu biliyoruz. “Ay Battı”yı (1942) CIA’in önceli Office of Strategic Services (OSS) için yazmıştı. İsimsiz bir ülkedeki küçük bir şehrin bir grup asker tarafından işgali ve sonrasında gelişen direnişi konu alan kitap, hızla tiyatroya ve sinemaya aktarılmış, Avrupa’da Nazi işgali altındaki ülkelere kitabın kopyaları dağıtılmıştı. Hemingway’in, böyle bir şey yazmaktansa kullandığım elin üç parmağını kesip atardım , dediği “Bombalar Düşüyor” (1942) ise Steinbeck’in bizzat katılarak gözlemlediği Amerikan hava kuvvetlerindeki bir bombardıman uçağı mürettebatının savaş mücadelesini anlatıyordu. Savaşın sonuna dek, aralıklarla “muhafazakar” New York Herald Tribune gazetesi için cepheden savaş muhabirliği yapmıştı. Aslında savaş öncesi yazdıklarıyla ve faaliyetleriyle “anti-Amerikan” ve komünist olmakla itham ediliyor, FBI tarafından izleniyordu. Yazarın ilk eşi Carol ABD Komünist Partisi üyesiydi ve 1937’de ilk kez onunla beraber Rusya’ya gitmişlerdi. 1930’ların sonlarında Steinbeck, partinin “halk cephesi” politikası doğrultusunda kurduğu ve New Deal dönemi liberal aydınlarıyla beraber oluşturduğu birliklere ve faaliyetlere katılıyordu. Hem Kaliforniya’da tarım işçilerinin sendikal mücadelesinin hem de İspanya’daki savaşa karşı anti-faşist dayanışmanın içindeydi. Politik olarak komünist olmamasına, eserlerinin “sosyalist gerçekçilik” ölçütlerine tam uymamasına rağmen Sovyetler Birliği’nde de okunuyor, Sovyet yazar ve eleştirmenlerinin övgülerini kazanıyordu. Dışarıdan bakıldığında, George Orwell’ın İngiliz istihbaratına verdiği birlikte çalışılmaması gerekenler listesine neden Steinbeck’i de eklediğini tahmin etmek zor değil. Ancak biz Orwell’ın ömrünün yetmediği bir geçmişe bakmanın avantajıyla bu tür bir durumun pek olası olmadığını görebilecek durumdayız. Steinbeck hayatının ileriki dönemlerinde, (gizli)-komünist olmaktansa tipik bir Amerikalı Cumhuriyetçi anti-komünistin tepkilerini veren, komünistlerden nefretini her yerde dile getiren bir siyasi kişiliğe evrilecekti . Gizliliği kaldırılan belgelerde, yazarın 1952’de CIA başı Walter Bedell Smith’e hizmetini sunmak istediğini yazdığını biliyoruz. General Smith, yazarın beş yıl önce Moskova’ya gittiğinde konuk olduğu ABD büyükelçisiydi. Bu tür ilişkilerin içeriğini, süresini haliyle bilemiyoruz ama bizim için önemli olan, Steinbeck’in Mart 1947’de Rusya’ya neden gitmek istediğinin ardında bunun da olabileceğini göz ardı etmemektir. * Steinbeck, ünlü fotoğrafçı arkadaşı Robert Capa ile beraber 1 Ağustos 1947’den başlayarak kırk gün Sovyetler Birliği’nde geçirdi. Steinbeck gezi öncesi evinde kazayla ayağını kırdığı için geziye iki ay geç çıkmışlardı. Bu sürede Kongre’den Truman’ın istediği yasa çıkmış, Türkiye ile ABD arasındaki yardım anlaşması 12 Temmuz’da imzalanmıştı. ABD’nin Marshall planının da ilk adımları atılmaya başlanmıştı. Sovyetler Birliği, Almanları yeniden ayağa kaldırmak ve tüm Avrupa’yı ABD ekonomik hegemonyasına almaya çalışmakla suçladığı plana dahil olmayı reddettiği gibi, Doğu Avrupa’nın dahil olmasını da engelliyordu. Gezi için inisiyatif Steinbeck tarafından gelmiş olsa da, gezinin sorumluluğunu ve düzenlenmesini SSCB’nin VOKS (Yabancı Ülkelerle Kültürel İlişkiler Derneği) kurumu üstlenmişti. 1925’te kurulan VOKS’un görevi, dışarıda kültürel alanda Sovyetler Birliği’nin tanıtımını ve propagandasını yapmak, ikili ilişkileri geliştirmekti. Hem Sovyet yazarlarının, sanatçılarının yurtdışı gezilerini düzenliyor hem de dışarıdan gelen konukları ağırlıyordu. Geçmişte G.B. Shaw, H.G. Wells, R. Rolland, H. Barbusse, L. Feuchtwanger gibi yüksek profilli isimlerin Sovyet gezilerini düzenleyen bu kurumdu. Aslında, VOKS için Steinbeck ne komünist ne de “ilerici” bir yol arkadaşıydı; herhangi bir angajmanı olmayan, başına buyruk bir yazardı . Ancak, uluslararası alanda iki tarafın birbirlerinin niyetini anlamaya çalıştığı bir durumda, böylesine ünlü bir yazarın gezisinin olumlu olabileceği düşünüldüğünden geziye onay verilmişti. Ama her zaman, bir diğer André Gide vakası ihtimaline karşı da dikkatli olmalıydılar (Birkaç ay içinde 1947 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olacak Gide, 1936’da SSCB’den yetkililerin tüm çabasına rağmen olumsuz izlenimlerle ayrılmış ve bunları yayınlamıştı). Bu yüzden Steinbeck’in dönüşünde olumsuz bir şey yazmaması ve Capa’nın kadrajına Sovyetlerin imajını fazlaca zedeleyebilecek görüntülerin girmemesi için üzerilerinde “çalışılmıştı”: Ziyaret edecekleri yerler önceden uygun hale getiriliyor, konuşacakları kişiler uyarılıyor, yanlarında kendilerine tercümanlık yapan VOKS rehberleri ve görüştükleri yazarlar sık sık ikisini Sovyetler hakkında bilgilendirmeye çalışıyordu. Tahmin edileceği üzere her adımları izleniyordu. Steinbeck, Sovyetlerde üst düzey parti yetkilileriyle görüşmedi. Daha çok, Yazarlar Birliği’nden isimlerle temasları oldu. Zaten amaçları da “sıradan” insanlarla görüşüp tanışmaktı. İskandinav ülkeleri üzerinden geldiği Moskova’yla birlikte, Kiev, Stalingrad, Tiflis, Batum şehirlerini gördü. Yani sadece “Rusya”yı görmemiş, diğer cumhuriyetlere de gitmişti; ama o da, çoğu anti-komünistin kasten tercih ettiği gibi, SSCB demek yerine Rusya demeyi ve bir emperyal boyunduruk ima etmeyi seçiyordu. Siyasal olarak kendisinden çok daha bilgili gibi görünen Capa bile, kendisine çıkarılan güçlükler nedeniyle çevresindeki “yüz doksan milyon Rus’a” (!) sitem ediyordu (Rusya Günlüğü , s.176). Oysa Ruslar Birliğin kabaca yarısını oluşturmaktaydı. İktidarın tek bir adama bağlanmasından nefret eden Steinbeck için Sovyetler Birliği’nde görmemesi mümkün olmayan, en bariz şey Stalin’in her yerdeki mevcudiyetiydi: “Sovyetler Birliği’nde Stalin’in alçıyla, bronzla, boyayla veya iplikle işlenmiş gözlerinin görmediği tek bir köşe yok”tu. (s.69) Stalin’in Gori’de doğduğu evi de gezen Steinbeck şöyle yazıyor: “Tarihte, yaşadığı sırada bu kadar hürmet görmüş başka biri daha var mıdır diye düşündük, bulamadık… Stalin’in her dediği, doğanın kanunlarına aykırı dahi olsa doğru kabul ediliyor. Doğum yeri şimdiden bir hac merkezine dönmüş durumda… Rusya’da Stalin’in sözlerine itiraz etmek ya da söylediği herhangi bir şeye karşı herhangi bir argüman üretmek söz konusu bile olmuyor.” (s.205) Stalin’in her yerdeyken, Troçki’nin ismine, sanki hiç yaşamamış gibi, hiçbir yerde rastlanmıyordu. İnsanlar sessizlik içinde Lenin’in mozolesini ziyaret edip oradaki fotoğraflarına baktığını anlatan Steinbeck’e göre bu fotoğraflarda tek bir önemli şey eksikti: Neşe (s.48). Moskova’da sokaklarda da dikkatini çeken budur. İnsanlar yorgundur, kadınların çoğu makyajsızdır, üstlerinde eski elbiseler vardır ve “neredeyse hiç gülmüyor ve nadiren gülümsüyor”lardı. (s.57) Neyse ki, Moskova dışına çıkıldığında sanki halkı daha az somurtkan, daha bir sıcak ve güler yüzlü bulmuşlardı. Kiev ve Stalingrad’a gittiklerinde kentlerin büyük kısmının savaşta yıkıldığını, insanların konut sıkıntısı yaşadığını gördüler. Özellikle, dümdüz olmuş Stalingrad’da insanlar halen molozların arasında yaşamaya çalışıyordu. Yeniden toparlanma çok ağır işliyordu çünkü ortada iş makineleri, ulaşım araçları dahi bulunmuyordu. Gördükleri işleyen uçak, araba gibi makinelerin çoğu da ABD’nin savaş sırasında Lend-Lease kapsamında sattığı şeylerdi. Bununla beraber, Steinbeck yiyecek açısından halkın temel ihtiyaçlara erişim sorunun olmadığını söylüyor: “Ekmek, lahana, et ve balık gibi, bir işçinin standart gıdası sayılan yiyecekler çok az bir para karşılığında alınabiliyor.” (s.163) Bunlar karneli olarak dağıtılıyordu. Çok daha pahalı olan restoranlar ve mağazalar da bulunuyor ama daha çok üst düzey bürokratlara ya da yurtdışından gelenlere yönelikti. Aslında, karaborsanın yaygın olduğunu da hemen öğreniyorlar. İşini bilen, tanıdığı olan herkes, ulaşamadığı, yaptırmadığı bir şeyi karaborsadan temin edebiliyor. Bunun haricinde, satış noktalarında mal geldiğinde oluşan uzun kuyruklara girmeniz gerekiyor ve yazar tarafından fark ediliyor. Giysinin özellikle sıkıntılı bir konu olduğu anlaşılıyor. Birçok genç, kıyafeti olmadığından eski askeri üniformalarıyla geziyor. Verilen fiyatlara bakılırsa, basit bir pamuklu gömlek almak bile işçi maaşına göre pahalı sayılabilirdi. Yine de insanlar ellerindeki paraları, değerini kaybetmeyecek eşyalarla değiştirmeye çalışıyordu; çünkü para reformu yapılacağı tahmini yapılıyordu. Dolaşımdaki para, hem karaborsayla mücadele etmek için hem de Almanların bastığı sahte paralardan kurtulmak için değiştirilecekti. 1947 sonralarına doğru da gerçekleştirildi. Kırsal kesimi de görmek isteyen Steinbeck’e, Ukrayna’da iki farklı köy gezdiriliyor. Çiftliklerde gün boyu onuruna ziyafetler düzenlenen yazar, 1946’ın çok kötü hasadı sonrasında özellikle kış aylarında yaşanan büyük kıtlıktan hiç bahsetmiyor. Sadece Ukrayna’da değil, bütün Sovyet kentlerinde etkisini hissettiren bu kıtlık bir takım asayiş tedbirlerini almayı da zorunlu kılmıştı. Haziran 1947’de artan hırsızlıkla ya da stokçuluk gibi suistimallerle mücadele etmek için ceza yasaları ağırlaştırılmıştı. Steinbeck de örneğin, başkasının ektiği patatesleri çaldığı için on yıl ağır iş cezasına çarptırılan iki kadından söz ediyor (s.46). Steinbeck ve Capa, VOKS’un kendileri için hazırladıkları programdaki filmlerden, gezdirilen müzelerden sıkılıyor, bunlarla ilgilenmiyor ve bir an evvel bunlardan kurtulmak istiyorlardı. Sirk, futbol maçı gibi halkın içinde oldukları, rahat bırakıldıkları yerlerde olmayı tercih ediyorlardı. Eğlenmek için gittikleri her yerde, Steinbeck’in kulaklarını tırmalayacak kadar kötü çalınsa da, orkestraların caz/swing tarzı müzikler çaldığını okuyoruz. Bu tarz dans müzikleri Sovyetlerde de moda olmuştu, birçok ordu birliğinin kendi swing orkestraları vardı. Ancak, Steinbeck ülkeden ayrıldıktan kısa bir süre sonra bunlara son verilecek, Batı tarzı dans müzikleri yerine halk dansları çalınması uygun bulunacaktı. Müzikteki bu değişim, diğer birçok kültürel alanda da kendini gösteren Jdanovculuğun bir tezahürüydü. Jdanov ve ekibi savaş sonrasında Sovyet nomenklaturasında en tepeye yeniden yerleşmiş, ideolojik radikalizm adı altında Batı karşıtlığını, anti-kozmopolitanizmi körüklemiş, Batı burjuva kültürüne hayranlığın belirtilmesini bile hainlik sayan, Batı ile her türlü teması yasaklama yolunu seçen bir politika tayin etmişti. Batıdan bulaşacak her türlü hastalıktan kaçınmak için en ufak temaslar bile kesiliyordu. Sovyet vatandaşlarının yabancılarla evlenmesi, yasaya eklenen bir cümleyle yasaklandı. Şair Anna Ahmatova’nın dergisinin “Batı karşısındaki ezikliği”, bir felsefe tarihi kitabında Rusların felsefeye katkılarına az yer verilmesi, kansere karşı etkili bir tedavi geliştirdiği söylenen iki Rus biyologun Amerikalılarla bu bilgileri paylaşması gibi bahanelerle Jdanov ideolojik karşı saldırıya girişmişti. Bunlar, Steinbeck SSCB’deyken ya da ayrıldıktan kısa bir süre içinde yaşandı. “Son günlerde Rusların kimi ressamları aşağılamaları, kimi müzisyenlere saldırmaları, Rusların yabancılarla konuşmalarını yasaklamaları çok kötü. Bana üzüntü veriyor” diyecekti. Gezisinin Steinbeck için hep iç karartıcı anlardan oluştuğunu söylenemez. Belli ki, en çok hoşlandığı, en rahatladığı yer Gürcistan olmuştu. Gürcistan’ın zaten SSCB içinde, Ruslar arasında on dokuzuncu yüzyıldan gelen oryantal bir hayranlık kaynağı olduğunu söylemek mümkün. Herkesin, özellikle tatil yapmak için can attığı bu yarı-tropik ülkeden Steinbeck de etkileniyordu. “Tabiatın yüzüne güldüğü bir ülkede yaşadıkları hakikat.” (s.183) Hem ülke, Kızıl Ordu’daki kayıpların haricinde Nazi işgaline de maruz kalmamıştı. Savaşın en azından görünür izlerini taşımıyordu. Steinbeck, Gürcistan’da neşeli, rahat, yaşamayı seven insanlarla karşılaştığını söylüyor. Kiev’de Ukraynalı sarışın kadınların güzelliğinden bahsederken, burada dikkatini çeken ise güzellikleriyle ünlü Gürcü kadınlar değil, daha ziyade yakışıklı, esmer Gürcü erkekleri oluyor. “Ruhlarında taşıdıkları bireysellik hissini hiçbir şeyin kırması mümkün değildi” (s.228) diyerek övüyor Gürcüleri. Kentlerinin eski kiliselerle, yapılarla dolu olduğunu görüp birçoğunun halen rahatça kullanıldığını söylüyor ve katıldığı bir ayini de uzunca anlatıyor. Tabii ki, bunun belirtilmesi Sovyetler Birliği’nde dinin baskılandığı argümanına karşı gösterilecek bir dayanak olarak VOKS’u memnun etmiş olmalı. Steinbeck, Ukrayna’da olduğu gibi Gürcistan’da kaldığı süre boyunca da bol bol ziyafetlere katılıyor, zaten içmeyi oldukça seven biri olarak ikram edilen içkileri içiyor. Bu sofralarda, yazarlarla ayrıntısını vermediği tartışmalara giriyor. Gürcü yazarlara da, aydınların, hükümetlerinin her politikasını desteklemek zorunda olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca, yazarların birer toplum öncüsü olarak değerlendirildiği Sovyet edebi-politik kültürüne uzak olduğunu, edebiyata böylesi bir rol yüklenmesini garipsediğini görüyoruz. Bu arada ülkeden ayrılmadan önceki son günlerde, “bugün şüphesiz Sovyetler Birliği’nin en ünlü yazarı” olarak tanıttığı Konstantin Simonov’un pek de mütevazi sayılmayacak sayfiye evine konuk oluyor. Simonov’un “Rus Sorunu” (1946) isimli oyunu o sıralarda tüm ülke tiyatrolarında oynanıyordu, filme çekiliyordu ve gezi boyunca Steinbeck’i bunaltacak şekilde kendisine sorulan ve karşılaştırma yapması istenen konu olmuştu. Simonov’un VOKS aracılığıyla ABD’ye gitmesinden sonra yazdığı oyun, ABD’li bir gazetecinin Sovyetler Birliği ziyaretinden sonra gerçek izlenimlerini mi, yoksa patronlarının istediği şekilde “savaş isteyen”, “saldırgan” ülke yalanını mı yazacağına dair mücadelesini ele alıyordu. Konuya bakıldığında, insanların Steinbeck’le paralellikler kurmasından daha doğal bir şey olamazdı. Steinbeck ise oyunu izlemiş ve ilkel bulmuştu. Kimi Sovyet yazarlarının ve gazetecilerinin ABD’yi yanlış aktardığını düşünüyordu. Steinbeck ve Capa, ülkeden ayrılmadan önce Moskova’nın 800. kuruluş yıldönümü kutlamalarına tanıklık ettiler. Stalin’in katılmadığı törenlerde yabancı ülke misyonları da temsil ediliyordu. Steinbeck, Tiflis’ten Moskova’ya Türk heyetiyle beraber onlar için tahsis edilen uçakla gelmişti. Aksilikler sonucu Moskova uçağını kaçıran Steinbeck, kendilerini uçağa kabul etmekte zorluk çıkaran dört erkek ve iki kadından oluşan Türk heyeti hakkında şöyle yazıyor: “Yüce devletlerindeki demokrasiyi korumak için gereken dolarları Amerikalı vergi mükellefleri olarak bizim ödediğimizi başlarına kakmak istemedik tabii.” (s.234) Havalandırması olmayan uçak yolculuklarından yine hoşnut olmayan yazar en azından şunu da ekler: “Karşılaştığımız en güzel kokan Türkler bunlardı. Her biri az önce kuaförden çıkmış gibi kokuyordu. Sanırım biz havaalanında beklerken gül suyuyla yıkanmışlardı.” (s.234-235) * (...) “Rusya Günlüğü”ne geri dönersek, yazıların pek yankı uyandırmamasının sebebinin yalnızca uluslararası konjonktür olmadığını söyleyebiliriz. Steinbeck, sıradan Rus insanının gerçeğini sunma amacıyla başladığı yolculuğu, “kendi” yolculuk deneyimine çevirmesi, kendi birtakım temel siyasi tavırlarını sunmanın ötesinde Sovyet politikaları hakkında yorum yapmaktan kaçınması, siyasi ilgisizliği, teorik tartışmalardan ısrarla uzak durmasının da gezi notlarının orijinalliğini azalttığını düşünüyorum. Capa’nın kitapta yazdığı kısa bölümde, bunu tam olarak gösterdiğini düşündüğüm kısımda Capa şöyle sunuyor Steinbeck’i: “… sadece hakikati yazmaya kararlı olduğunu söylemesine rağmen kendisine hakikat nedir diye sorulunca, ‘İşte bunu bilmiyorum’, diye cevap verdi… meraklı Rus halkının sorduğu bütün sorulara ıkınıp sıkılarak, ‘İşte bunu bilmiyorum’ diye cevap verecek derecede masum gündüz Steinbeck’i…” (s.176-177). Capa’nın günlerce yanında kaldığı arkadaşı hakkındaki şakası, bol bol alay ettikleri VOKS’tan rehberleri Hmarskiy’in kendisi hakkında yazdığı rapordaki betimlemelerle birleştirildiğinde, Steinbeck’in ilgisizce yazdığı metnin yüzeyselliğinin sebebini de anlayabiliyoruz. “Tabii ki, yüzeysel bir metin bu, başka nasıl olabilirdi ki? Varabileceğimiz kesin bir kanaat yok, sadece Rusların da dünyadaki diğer bütün insanlara benzediğini söyleyebiliriz. Tabii ki aralarında kötüleri vardır, ama büyük çoğunluğu çok iyi insanlar” (Steinbeck, s.265)
Vulger anti-marksist kokusu" bırakmak istemeyen ama çapı da "daha sofistike" yazmaya yetmeyen eski akademisyen, yeni Hürriyet Moskova temsilcisinin, kVulger anti-marksist kokusu" bırakmak istemeyen ama çapı da "daha sofistike" yazmaya yetmeyen eski akademisyen, yeni Hürriyet Moskova temsilcisinin, kitaplardan arakladıklarıyla birleştirdiği SSCB izlenimleri... "ama kabul edelim ki", "gelin itiraf edelim" en azından konusu itibariyle, bol bol paralanıp her yere girebildiği için ilgi çekici okumak! ...more